Mustafa’dan Mustafa Kemal Atatürk’e

Bir Salıncağın Hatırlattıkları…

Zamanında sevgili hocam Sunay Akın’dan dinlemiştim bu hikayeyi. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ü andığımız bu günlerde sizlerle de paylaşmak istedim.

Bir dönem deniz yolculuklarında, vapurların, gemilerin güverteleri oyun alanı olarak kullanılırdı. Özellikle güzel havalarda gemi güvertesi hem yolcular, hem de gemi çalışanları için adeta bir lunaparka dönüşürdü. Güverteye dikilen tahtadan yapılmış sopalara yine tahtadan yapılmış halkalar atılır, insanın zihnini açan deniz havası eşliğinde satranç oynanır ve yere çizilen karelerin üzerinde yaşlı, genç, çocuk demeden seksek oynanırdı. Ama bir oyun vardı ki, onun keyfi çok ama çok ayrıydı doğrusu.

Çok çok eski dönemlerde Çin’de din adamları Tanrı’ya ulaşmak için gökyüzüne yakın olmaları gerektiğini düşünmüş olacaklar ki, bilinen ilk salıncak da o rahipler tarafından yapılmıştı. Çinli rahipler salıncağın gökyüzüne doğru her yükselişinde tanrıya daha da yakınlaştıklarını düşünür, ona yakınken edilen duaların kabul edileceğine inanırlardı. Bu gelenek binlerce yılın sonunda nesilden nesile aktarılan bir kültür olarak çocuk oyunlarına da yansımıştı elbet.

İşte o vapurlardan biri olan Ege vapurunda geçiyor hikayemiz. 1930 yılının 28 Kasım günü, gemi yolcularından biri, içindeki çocuğun ısrarına dayanamayarak gemi güvertesine kurulan salıncağa oturmuştu. Ayakları yerden kesildiğinde İstanbul’un insanı kendinden geçiren havasına,  Marmara Denizi’nin iyot kokusu karışmış, rüzgar altın sarısı saçlarını geriye, çocukluğuna doğru dalgalandırmaya başlamıştı.

Toprağı kazıyarak yaptığı oyuncak ev geldi aklına. Pek çok imkansızlığa göğüs gererek, o kadar uzun uğraşlar sonucu yapmıştı ki evini… Evine taşlardan bir ocak bile yapmıştı. Oyuncak ocağında pişirdiği oyuncak yemekleri kız kardeşi ve arkadaşlarıyla paylaşırdı. Kızdığında, üzüldüğünde, hayal kırıklığına uğradığında teselli bulduğu bir sığınak olduğu kadar, mutlu ve keyifli anlarını arkadaşlarıyla paylaştığı bir oyun alanıydı aynı zamanda toprak altındaki minik oyuncak evi. Arkadaşları arasında hiç ayrım yapmazdı. Zengini de gelirdi o eve, fakiri de. Hatta mahalledeki tüm çocukları aynı yerde topladığı, onları birleştirdiği ve tek yürek haline getirdiği için kendiyle gurur duyardı bu yüzden. Ona tüm bu duyguları yaşatan oyuncak evi, kendisine kahramanlık duygusunu da yaşatmıştı bir gün.  

Aziz, onun en sevdiği arkadaşlarından biriydi. Yine bir gün toprak altındaki sığınak evde birlikte oynuyorlardı. Aziz elinde bir kutu kibritle çıkageldi.

“Bakın ne getirdim. Bu gün gerçek bir yemek pişirebiliriz!” dedi sevinçle.

Tüm çocuklar, oyunlarına ve hayallerine davetsiz bir misafir olarak gelen kibrite şüpheyle yaklaşmışlardı.

“Tehlikeli olmasın?” dedi biri.

“Annem bununla asla oynamamı söyler.” dedi diğeri. 

Ama Aziz onları dinlemiyordu bile. Kibriti çakarak taşlardan yapılan ocağın içine doğru bıraktı. Parlayan alev çocuklar üzerinde hem hayranlık hem de korku yaratmıştı. Ancak Aziz’in hesaba katmadığı bir şey vardı. Ocağı oluşturan taşların altı yamuk durmamaları için otlarla desteklenmişti. Aziz’in kibriti ocağa bırakmasıyla birlikte de bir anda alevler yükselmeye başlamıştı. Saniyeler içinde ocağın içinde başlayan minik yangın, oyuncak evin içinde sıçrayabileceği ne varsa sıçramış ve ev yanmaya başlamıştı.

“Dışarı! Çabuk dışarı!” diye bağırarak dumandan etkilenmemek için elleriyle ağız ve burunlarını kapatmış olan kardeşini ve arkadaşlarını tek tek dışarıya çıkarmıştı. Kardeşi dahil herkesin dışarıda olduğundan emin olduktan sonra, gecesini gündüzüne katarak yaptığı oyuncak evini alevlere göz yaşları içinde teslim ederek, dumandan kömür karasına bulanmış bir suratla dışarı çıkmıştı. Kardeşinin ve arkadaşlarının hayatını kurtararak günün kahramanı olmuştu o gün. Unutulacak bir gün değildi.

Kardeşi Makbule çok kıymetliydi onun için. Onu hep bir prenses gibi görür, kötü olabileceğini düşündüğü her şeyden korumaya çalışırdı. Toprak altındaki evi kullanılmaz hale geldiğinde yeniden kolları sıvamıştı. Bu sefer kuru dallardan bir kulübe yapmış, önüne de üç basamaktan oluşan bir merdiven yerleştirmişti. İnşaatını tamamladığında ilk yaptığı, kardeşi Makbule’yi bir saray olarak gördüğü kulübesinin içine oturtmak olmuştu. Ama kendisi yanına oturmamış, Makbule’nin meraklı bakışları arasında koşarak gözden kaybolmuştu. Geri döndüğünde elinde bir karpuz vardı. Karpuzu güzelce dilimleyerek kardeşine vermişti. Sonra da kulübesinin duvarına yaslanıp gülümseyerek kardeşinin iştahla karpuz yiyişini izlemişti. 

Güvercinleri! Güvercinleri geldi sonra aklına… Onlara ne de güzel bir kümes yapmıştı ama. Dalları ve bulabildiği tahtaları, bir çocuktan beklenmeyecek ustalıkla kümese dönüştürmüştü. Yetenekleri bunlarla da sınırlı değildi küçük çocuğun. Dallardan ve tahtalardan hem kendine hem de arkadaşlarına oyuncaklar yapardı. Hatta gitara benzeyen bir çalgı bile yapmış, üzerine hurdalıktan bulduğu telleri bağlayarak arkadaşlarını eğlendirmişti.

Babası öldükten sonra annesi Zübeyde Hanım tarafından gönderildiği Dayısı Hüseyin Efendi’nin Selanik Langaza’da bir göl kenarında olan çiftliğinde yaşanmıştı olanlar. Düşünülenin aksine, bunları köy hayatının sıkıcılığından kurtulmak için yapmıyordu küçük Mustafa.  O, yaptığı herşeyle bir medeniyet kuruyordu aslında kendince.  O dönem Mustafa’nın okuldan ve hayattan uzaklaştığı dönemler olarak bilinse de, oynadığı oyunlar ve oyuncaklar onun kişiliğini şekillendirmiş, hayattaki başarısının habercisi olmuştu görebilene. Langaza’da, göl kenarındaki çiftlikte yaşadığı günler, onun Mustafa’lıktan Mustafa Kemal Atatürk olmaya doğru geçiş yaptığı günlerdi.

Yazar

Start typing and press Enter to search