Alexander Fleming’in Sanatı
Bir İskoç domuz çiftçisinin oğlu Alexander Fleming dağınık, hatta pis bir laboratuvarı vardı. Petri kaplarını, mikropları ve neredeyse her şeyi başıboş bir şekilde laboratuvar tezgahlarında bırakırdı. 1928 yılının Eylül ayında bir gün, Fleming uzun bir tatilden döndüğünde başıboş bırakılmış bakteri yığınlarının içinde onları öldüren bir tür yapışkan buldu; Fleming tüm dünyada milyonları kurtaracak penisilini keşfetmişti.
Fleming’in bize armağanın öyküsü doğru ama eksiktir. Aslında hikaye Fleming’in sanata ilgisi ile başlar. Fleming, Chelsea Sanat Kulübü’nde suluboyalarla resimler yapan amatör bir ressamdı. Dahası sadece sulu boya resimlerle kalmaz laboratuvarında da canlı organizmalarla oynayarak sanatına devam ederdi. Farklı renklerde ürettiği mikro organizmalarla balerinler, evler, askerler, çocuklarını besleyen anneler, kavga eden çöp adamlar resmederdi.
Agarla doldurduğu petri kutuları onun tuvaliydi. Farklı türde bakterileri kibarca petri kutusuna yerleştirir ve sabırla büyümelerini izlerdi. Adete görünmez bir resim yapıyordu “boyaları” kuluçkalanana, üreyene kadar sabretmesi gerekiyordu. Farklı pigmentlere sahip mikro organizmaları bulmak ve farklı türlerin hepsinin aynı anda olgunlaşması için zamanlamasını ayarlayabilmesi gerekiyordu.
Üstelik yaptığı suluboya resimlerinden farklı olarak bir görünüp sonra kaybolan resimlerdi çünkü sonunda bakteriler büyümeye devam ediyor ve renkler kayboluyordu.
Fleming, neden böyle zor ve sabır isteyen boyaları tercih etti, buna ne zaman başlamıştı? Bilmiyoruz; belki bir gün eline bir fırça aldı ve bakteri ekmek için kullandığı özeye benzediğini fark etti. Belki de Fleming’in şansı frengi vakalarının tedavi edildiği Londra’daki St. Mary hastanesinde çalışmış olmasıydı. Burada yatan hastalarının çoğu ressamdı ve bu ressamlar Fleming’e tedavi karşılığında dersler veriyorlardı.
Fleming’in paleti, ihtiyaç duyduğu renklere sahip bakteri buldukça zamanla zenginleşti. Her bulduğu bakteri türü ile heyecanlanıyor, bir gün işime yarar diye düşünerek olağan dışı tüm mikro organizmaları topluyordu. Fleming’in küçük resimleri sanattan daha fazlasıydı; gerçekten canlıydı, nefes alıyorlardı.
Ve bu küçük dostları ona keşifler yaptırıyordu. Hasta olduğu bir gün akan burnunu bir petri kabına dayadı. Ne olacağını, bu tuhaf ekimden nasıl bir gözlemin çıkacağını görmek istedi; yeni bir renk mi? Yeni bir yaşam formu mu? Ve mukusunun bakterileri öldürdüğünü buldu. Vücudumuzun ürettiği doğal antibiyotik olan lizozim’i keşfetmişti.
Tatilden döndüğü o sabah ise Fleming’in gerçekte yaptığı şey, resimlerine bir göz atmaktı. Petri kutusuna aşıladığı Staphylococci bakteri kolonilerinin her biri, gökyüzünü aydınlatan yıldızlarla dolu bir galaksiye dönüşmüştü. Ama yıldızların arasında başka bir şey daha vardı, daha büyük ve aydınlık bir siluet; Penicillium mantarı. Etrafındaki gökyüzü karanlıktı, yıldızları söndürüyordu (bakterileri ölüyordu). İşte bu Fleming’in insanlığa armağanı olan başyapıtıydı.
Fleming, penisilinin bakteriler üzerine etkisini keşfetmesini sahip olduğu sanatçı gözüne borçluydu. Kuşkusuz diğer bilim insanları da daha önce defalarca petri kaplarında Penicillium’un ürediğini görmüşlerdi, ama bunu bir başarısızlık olarak düşünüp çöpe atmışlardı (oysa hem Çin hem de Yunan tıbbı mantarları birkaç bin yıldır bakteri enfeksiyonlarını tedavi etmek için krem olarak kullanmıştı). Hayatını aykırı değerleri ve onları destekleyen durumları arayarak geçiren Fleming için ise öyle değildi; sanatını yaşatan minik dostlarının ona ufak bir sürpriziydi.