Acıyı Güzelliğe Dönüştüren Kadın Frida
1925’te, daha 18 yaşındayken meydana gelen korkunç bir tramvay kazası, onu yatağa mahkum etmiş ve sonsuz bir yara izini hatıra bırakmıştı. Ama neredeyse tüm hayatı boyunca ortopedik korseler giymek zorunda kalan Frida’yı hayattan koparamamıştı; sırt üstü yatıp tavanı seyretmek yerine resimler yaparak umudunu, aşkını, geçmişini, hayallerini ama en çok kendini resmetti.
İlk olarak, trajik kaza sırasında yanında olan okul arkadaşı ve ilk aşkı Alejandro Gomez Arias’a Kadife Elbiseli Otoportresini yaptı ve Otoportrelerini yapmak Frida’nın aşka dokunduğu, aşkı hediye ettiği ve ayrılıklarını kutsadığı bir alışkanlığı haline geldi.
Kendini görebilmek için yatağının üzerine yerleştirilen büyük bir aynayla yaşadığı yalnızlık ona görmesi söylenenleri unutturuyor; olayları farklı bir gözle ve algıyla görüyordu. Tüm dünya ve yaşadığı acılar resimleriyle can buldukça içindeki sanatçıya nefes alması ve büyümesi için kocaman bir yer açıyor, kendi gerçekliğini yeniden şekillendirirken resimleri gelişiyor, otantik, ham ve gerçeküstü hale geliyor, kendini keşfettikçe daha çok Frida oluyordu. Sürrealist olduğumu düşündüler ama değildim. Ben asla rüyalar çizmedim. Kendi gerçeğimi resmettim. FRİDA KAHLO
Kırık Sütun’u resmederken hissettiği büyük acı tablonun her noktasında yerleşir, çiviler yüzünü ve vücudunu kaplarken gövdesi tıpkı bir deprem gibi ikiye yarılır. Ama tüm bu acıya rağmen, Frida zaferini kutlayan komutan edası ile dik ve kendinden emindir.
Frida, Diego ile 16 yaşında kaza yaşanmadan iki yıl önce tanışmıştı. Diago, Frida’nın okulunun duvarlarını boyuyordu. Öğrencilerin iş yaparken ‘’El Maestro’’ izlemesine izin verilmiyordu ama Frida dersten kaçar ve saatlerce Diego’nun boya fırçasının her hareketini izlerdi. “Göbek” anlamına gelen Panzon adını verdiği sanatçıdan çok etkilenmişti. Altı yıl sonra ikili yeniden buluşacaktı. Kazadan sonraki 2 yıllık yatak esaretinden kurtulan Frida, artık bir sanat okulu öğrencisiydi ve Meksika Komünist Partisi’ne kaydolmuştu. Burada, sürgündeki Kübalı komünistlerle, sanatçılarla ve tabii ki biricik Panzon’u ile vakit geçirmeye başladı. Onunla resimlerini paylaştı. Diego, onun çalışmalarından ve ondan çok etkilenmişti. Her geçen gün yakınlaşan “fil ile güvercin’’ bir yıl sonra aralarındaki yaş farkına ve tüm itirazlara rağmen evlendiler.
İki efsanevi Meksikalı sanatçının arasındaki tutkulu bağ, Frida’ya ilham veriyordu. İlişkileri, dünyanın dört bir yanındaki galeri duvarlarında asılı tuvallerde ölümsüzleşiyordu. Sıradan bir aşk hikayesi değildi; kavgalar, evlilik dışı ilişkiler, kıskançlıklar ve tutku. Frida, doktoruna yazdığı mektuplarda Diego’ya bir çocuk veremediği için üzülüyor, birlikte hem seyahat ettikleri hem de yaşadıkları New York’tan nefret ettiğini anlatıyordu. İkisi de tek eşli olmadıklarını ve başka ilişkileri olduğunu biliyor ama birbirlerini derinden seviyor ve kıskanıyorlardı. Diago’nun onlarca sevgilisi oldu. Ancak bardağı taşıran son damla Frida’nın küçük kız kardeşi Cristina ile olan ilişkisi oldu. Fark ettiğinde büyük hayal kırıklığı yaşayan Frida, Diego’dan ayrıldı. İlişkileri yokuş aşağı gidiyordu. Kasım 1939’da boşandılar. Ama yeniden bir araya gelmeleri çok uzun sürmedi, bir yıl sonra yeniden evlendiler.
Sadakatsizliklere, yaşadıkları tüm skandallara rağmen çift, Frida’nın 1954 deki ölümüne kadar evli kaldı. 1950’de omurgasından ameliyatlar geçiren Frida, sağ bacağını da kangren nedeniyle kaybedip yatağa bağlı hale geldiğinde Diego baş ucundaydı ve ölümünden bir gün önce 25. yıldönümlerini kutlayan bir yüzük hediye etmişti. Diego, Frida’yı çok sevdiğini ve hayatının en güzel armağanı olduğunu itiraf ederken küllerinin onunkilerle karıştırılmasını dilemişti. Ancak bu talep, kızları ve eski karısı tarafından reddedildi
Çocuk felcinden tramvay kazasına, düşüklere, omurga ameliyatlarına, bacağının kesilmesi ve sadece 47 yaşındayken ölümüne kadar birçok şey yaşayan Frida, gücün sembolüydü. Meksika’da ataerkil , kadınların ihtiyaçlarının ikinci planda olduğu ve erkeksiz bir kadının kaybolduğu bir toplumda yaşıyordu. Ondan önce kadının acısı tabuydu, ilgi konusu olamazdı. Oysa Frida bir volkandı ve cehennemden geçmişti, duyguları hakkında doğruyu söyleme, samimi olma özgürlüğüne sahipti ve acıya ışık tuttu. Tüm engelleri aştı, acısını resimlere hapsetti, ıstırabını renklerle boyadı, sanata dönüştürdü ve acıyı, ıstırabı ve o zamana kadar kilit altında kalmış, anlatılmamış kadınsı tüm duyguları tasvir etmek için en canlı tonlarla oynadı. Tüm kalbiyle seven, varını yoğunu işine döken bir kadındı. Acısını o kadar açık yüreklilikle dile getirirken kendisinden sonra pek çok kadın sanatçıya kapıları araladı. Acıyı güzelliğe dönüştüren bu güçlü kadın, bir kahraman, feminizm ve LGBT hareketi için bir ikon haline geldi.
Diego ile yaşadığı aşkı ise belki de en iyi şekilde günlüğünde yazdıkları ile o anlattı; “Diego, hayatımın ikinci büyük kazası ve açık ara en kötüsüydü…”