Dürer’in Gizemli Hastalığı
“Orada, sarı noktanın olduğu ve parmağımla gösterdiğim yer acıyor” Albrecht Dürer, doktoruna gönderdiği suluboya otoportresine bunları yazdı. Çok uzun zamandır hastaydı. 1521 baharında bir günlüğüne Hollanda’ya yaptığı bir yolculuk sırasında ciddi şekilde hastalandığını yazmış, “Paskalya’dan sonraki üçüncü haftada ateşim yükseldi, büyük bir halsizlik, mide bulantısı ve baş ağrısına yakalandım. Ve daha önce, hiçbir erkekten duymadığım, tuhaf bu hastalık hâlâ bende.” diye hastalığından dert yanmıştı. Dürer o sırada bilmiyordu ama ağrısını çizdiği bu resim ağrı haritalamasının bilinen ilk örneğiydi.
Albrecht Dürer, Mayıs 1471’de Almanya’nın Nürnberg şehrinde, Albrecht ve Barbara Dürer’in 18 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Adını aldığı babası, başarılı bir kuyumcuydu ama o zamanlar zengin tüccarlar portre siparişi vermeyi severdi ve Dürer, para kazanmak için bunu yapabileceğini düşündü. Ressam ve tahta oymacı Michael Wolgemut’un yanında çıraklık yapmayı ve sanatı seçti. ilk olarak eski bir havluya annesini çizdi. Ardından 13 yaşındayken kendisini iri gözlü ve tombul yanaklı olarak betimlediği ilk otoportresini yaptı ve arkasına “Bunu bir ayna kullanarak çizdim, 1484 yılında, hala çocukken benim kendi resmimdir” yazmıştı.
Kendi görüntüsünden büyülenmiş olmalı ki hayatı boyunca defalarca otoportresini yapan Dürer 19 yaşında, dünyayı dolaşmak için doğduğu şehirden ayrıldı. Basel, Viyana ve Venedik’te farklı stil ve teknikleri öğrendi. Onun için ölçme sanatı, tüm resimlerin temeliydi, pusulalar ve cetvellerle gerçeği tanıyarak resim yapılmalıydı. Mükemmelliğe ulaşmak için saplantılı bir şekilde anatomi ve doğa okuyordu. İnsan vücudunu çizerken bile geometrik şekillerin nasıl yardımcı olabileceğini göstermeye çalıştığı diyagram İngiltere’de ‘Albert’ adıyla resim derslerinde kullanıldı.
1498’de İncil hikayelerini betimlediği cesur resimleri ile Hıristiyan dünyasının ilgisini çekti. Baskı makinelerinde çoğaltılan gravürleri tüm Avrupa’da ünlendi, rüzgarda dalgalanan sarı saçları ile sanat dünyasının ilk uluslararası yıldızı olmuştu. Ünlü gezgin ressamın hayatı, günlüğünde heyecanla anlattığı “100 kulaç” uzunluğunda karaya vurmuş balinayı görmek için Hollanda’ya gittiği seyahatle değişir. Bir hastalığa yakalanmış, ateş ve bayılma nöbetleri geçirmeye başlamıştır.
Acı çekerken yaptığı “Melancolia I” en çok analiz edilen ve tartışılan eseriydi. Dürer, aslında melankoli resminde de kendini ve hastalığını anlatıyordu. Bizim şimdi depresyon diye tanımladığımız ruh durumu o dönemde melankoli olarak adlandırılıyordu. Farklı hastalıkları, mizaçlarla ilişkilendiren Hipokrat tıbbına göre ise dalak hastalıkları melankoliye neden olurdu. Belli ki Dürer, dalağını işaret ettiği meşhur otoportresinden çok önce melankolisini resmederek acısını anlatmaya çalışmıştı. Hastalığında acıyı tanımlamak için insan vücudu hakkındaki bilgisini kullanmıştı ve beş yüzyıl sonra kullanılacak olan ağrı haritası kavramının temellerini atmıştı.
Modern ağrı haritalaması ise bu resimden tam 110 yıl sonra, 1949’da Palmer’ın insan vücudunun anahatlarını gösteren diyagramlarda “acının hissedildiği her yerin işaretlenmesini” önermesi ile başlayacaktı. Palmer, haritalarında ağrının farklı çeşitleri için farklı renkleri kullanarak fonksiyonel ve organik ağrıyı da ayırt etmeye çalışıyordu. O zamandan beri ağrı haritaları klinik uygulamada yaygın olarak kullanılıyor ve McGill ağrı anketine dahil ediliyor. Ağrının nerede hissedildiğini betimlemek için doğru, kalıcı ve tekrarlanabilir bir grafik, psikolojik faktörlerin bireyin ağrısına ne ölçüde katkıda bulunduğu dahil niteliksel bilgi sağlamak için de kullanılıyor.
Dürer’in çizdiği otoportresinde neden sarı rengi kullandığı ve yakasını ölümüne kadar bırakmayan hastalığı bir sır olarak kaldı. Ateşi periyodik olarak tekrarlıyor, ateşsiz dönemlerde sağlığının mükemmel olduğunu söylüyordu. O dönemdeki doktorlar sıtmaya yakalandığından emindi, bu ölümcül paraziti kuzeyin bataklıklarında kapmış olmalıydı. Ama bu teori doğru muydu? Bonn Üniversitesi’nden mikrobiyolog Hanns Seitz, sanatçının semptomları ve ağrılarıyla ilgili tüm tarihsel notların analizini yaptı ve önceki teşhisin yanlış olduğu sonucuna vardı; sıtmanın enfekte sivrisineklerden kış aylarında bulaşma riski neredeyse hiç yoktu. Hastalık tam olarak belirlenemese de, Dürer acı içindeydi. 1528’de 56 yaşında öldü. Yakın arkadaşı Pirckheimer, ölmekte olan arkadaşı için “Bir demet kuru samana benziyordu” demişti.
Peki Dürer’in hastalığı neydi? Onu ne zayıflattı? Bu sorunun cevabını almak ve ressamın sırrını aydınlatmak için Dürer’in 20’den fazla yağlı boya tablosu X-ışınları ve kızılötesi spektroskopi kullanılarak incelendi. Belli ki Dürer, inanılanın aksine, uslu bir dindar değildi. Sık sık genelevlere gidiyordu. Sanatçının en iyi arkadaşı, Pirckheimer’ın, antik çağlardan kalma müstehcen edebiyatla dolu bir kütüphanesi vardı. Birlikte geziyor ve eğleniyorlardı. Özel mektuplarda “yakışıklı” askerler hakkında övgüler yağdırıyorlar ve “eski Romalıların ve Yunanlıların antik çağda cinselliği nasıl yaşadıklarını görmek’’ için çeşitli şeyler deniyorlardı.
Kolomb’un 1493’te Yeni Dünya’dan taşıdığına inanılmasına rağmen tıp tarihçilerini hayrete düşüren 1484 tarihli gravüründe tarihte ilk kez bir sifiliz hastasını da resmetmiş olan Albrecht Dürer’in, zührevi hastalıklara genç yaşından itibaren aşina olduğu aşikardı. 20. yüzyılda penisilin, frengi tedavisi için keşfedilene kadar bu hastalığı ölümcül bir hastalıktı. Frengi vücutta on yıllarca uykuda kalabilir ve bir çok organa saldırabilir. Onun çizdiği Adem ve Havva’nın kırmızı elma ve yeşil yılanla AIDS’in simgeleyen bir afişe konu olması belki de sadece bir tesadüf değildi.